+90 552 313 84 72 [email protected]

Süfrajetler: İşçi Kadınlar ve Arka Kapıdan Çıkıp Gidenler – Bahar İmla

“İçinde yaşadığımız sistem kapitalizm. Gücü kaçınılmaz gibi görünüyor. Tıpkı bir zamanlar kralların ilahi hakkının öyle göründüğü gibi. Ancak insan eliyle kurulan her güç, insan eliyle direnilebilir ve değiştirilebilir. Direniş ve değişim genellikle sanatla başlar; sıklıkla bizim sanatımızla, kelimelerin sanatıyla.”

       ― Ursula K. Le Guin

Her gün kadınların haklarına ve özgürlüklerine yönelik bir başka saldırı yaşanıyor. Suriye’de kadın düşmanı bir rejimin kurulmasına tanıklık ediyoruz. Aşırı sağcı liderlerin dünyanın her yerinde kadın düşmanlığı üzerinden yarattıkları boğucu iklime fazlasıyla aşinayız. Bugünlerde, haklarımızı nasıl korumalıyız; dahası; yeni hakları nasıl kazanmalıyız ve nasıl bir mücadele seyri izlemeliyiz sorusuna yanıt ararken geçmişin örneklerine bakmak istedik. Popüler demokrasi söyleminde kadınların hakları çeşitli kanun maddeleri etrafında ele alınıyor. Oldukça eksik ve sınırlı olan bu bakış açısı, “Peki, kadınların oy hakkı nasıl kazanıldı?” sorusuyla daha ilginç bir hal alıyor. Bu sistemde eşitlik, liberal demokrasilerin temeli kabul edilen oy hakkını da içine alan, “yasalar önünde erkeklerle aynı haklara sahip olmak” ifadesinden ibaret. I. Dalga Feminizm olarak da bilinen Süfrajetleri bu yönüyle mercek altına almak istedik. Yaklaşık 200 yıl kadar önce kadınların oy hakkı için verilen mücadelenin hikayesini, sınırları ile birlikte anlamak için Diren! filmi üzerinden konuya başlıyoruz:  

Suffragette(Diren!), vizyona girdiğinden beri bir “Kadın Tarihi” anlatısı olarak çok beğeniliyor. Meryl Streep ve Helena Bonham Carter gibi büyük isimleri barındıran güçlü kadrosu, 1910’lu yılları başarılı bir şekilde yansıtması ve sinematografik yönden kuvvetli bir yapım olması sebebiyle genel geçer bir vizyon filmi olmaktan ziyade, referans bir film haline geldi. Biçimsel yönüyle birlikte karakter seçimleri ve diyaloglar da oy hakkı mücadelemizin tarihiyle birlikte okunduğunda bugün de kadın mücadelesinin karakterini ve öznelerini tartışırken gündeme getirmemiz gereken önemli meseleleri tartışmaya açmaya olanak tanıyor. 

Film, 1912 yılına, doğduğu çamaşırhanede çalışmaya devam eden, henüz 24 yaşında olan karakterimiz Maud Watts’ın hayatına açılıyor. Böyle bir dönemde 24 yaşındaki işçi bir kadının hayatı en az 10 yıldır düzenli çalışması, eğer yaşayabilmişlerse de birkaç çocuğunun olması demek. Filmin başında Maud’un rastlantısal bir şekilde dönemin süfrajetlerinin vitrin kırma eyleminin içinde kendini buluşunu izliyoruz. Eylemcilerin içinde kendisiyle aynı çamaşırhanede çalışan Violet’i sonraki gün patrona karşı korumasıyla, Maud’un da süfrajetlerin bir parçası olma yolculuğu başlıyor. Maud, o dönemde İngiltere’nin kentlerinde çalışan her kadın gibi Süfrajetlerin kim olduğunu biliyor. Orta-üst sınıf diyebileceğimiz iyi giyimli kadınlar işyerlerinin önüne bildiri dağıtmaya ve konuşma yapmaya geliyor fakat Maud mücadeleye, eylemlerin içinde kendisi gibi yoksul bir işçi kadın gördükten sonra atılıyor. Kadınlar, Oxford Street’teki dükkanların vitrinlerini sloganlar eşliğinde parçalarken, ürkse ve korksa bile neler olduğunu anlamaya çalışan, çevresine bakınan, arkadaşını tanıyan, hatta eve gelip çekingen bir hevesle yaşadıklarını eşiyle paylaşan bir karakterle tanışıyoruz.

Maud ışığında yüzbinlerce işçi kadından bahsediyoruz. Özellikle İngiltere ve ABD’de kendi derneklerini kuran, sendikaların içinde örgütlenen, kadınların da sendika üyesi olabilmesi için direnen yüzbinlerce, milyonlarca işçi kadın. Bu örgütlenmelerin tarihini Fransız Devrimi’ne kadar uzatabiliriz. Tarih boyunca, bütün sınıf savaşımlarının içinde kadınların varlığından bahsedebilir ve tarihin ilk işçi iktidarı olan Paris Komün’ünde barikatları son ana kadar terk etmeyenlerin kadınlar olduğunu gururla söyleyebiliriz. 

Nitekim, tarihten ve sınıf mücadelesinden bertaraf edilmiş bir “Kadın Tarihi” anlatısı yapmak, yüzeysel bir anlatıdan daha fazlasını vermez. Bu sebeple, yüzbinlerce işçi süfrajeti konuşurken, hareketin önderliğinin burjuva karakterini de konuşmalıyız. Çünkü bu tarihi bilmek, günümüzde çeşitli fonlarla Kadın Hakları savunusu yapanlara da daha berrak bir pencere ile bakmamızı, bu mücadelenin gerçek neferlerini ve sözde öznelerini ayırt etmeyi de kolaylaştıracak. 

Süfrajet Hareketin Yükselişi

İngiltere’de 1800’lerin sonunda gelişen Süfrajet Hareket, sınıfsal bileşimi ve ideolojik programı itibarıyla burjuva kadın hareketiydi. Kendileriyle aynı sınıftan olan burjuva erkekler ile aynı yasal haklara sahip olmak isteyen burjuva kadınların mücadelesi olarak ortaya çıktı. Hareketin liderliğini Emmeline Pankhurst öncülüğünde, oldukça varlıklı bir aile olan Pankhurst ailesi yapıyordu. 

Süfrajet hareket, üst sınıftan erkeklerin sahip olduğu  eğitim, mülk üzerinde tasarrufta bulunma, velayet ve boşanma gibi medeni kanundan doğan haklar, seçme ve seçilme hakkı gibi siyasal haklarda yasalar önünde eşit olmayı istiyordu. Bu meşru talep, egemen sınıfın tutucu kanadına takılıyordu. Diğer yandan bu hareketin çekimine orta sınıflardan kadınlar da giriyor; radikal eylemlerde yer alacak olan ilk eylemci halkayı ortaya çıkarıyordu. Süfrajet hareketin doğası, tüm kadınlar için oy hakkını talep edebilecek bir doğadan uzaktı çünkü mevcut oy hakkı yalnızca mülk sahibi, vergi veren ve düzenli ikameti bulunan az sayıda zengin erkeğe veriliyordu. Yani bu yasanın kadınlar için de geçerli olması durumunda aslında yalnızca mülk sahibi burjuva kadınların oy kullanması söz konusu olabilecekti. Dönemin işçi hareketi ise genel oy hakkı için mücadele veriyordu. 

19. yüzyılda ortaya çıkan Çartist Hareket İngiltere’deki burjuva demokratik sistemin işçi sınıfının siyasal hak talebi ile sarsıldığı önemli bir sınıf mücadelesi aşaması olmuştu. İşçi sınıfı, aristokrasi artıklarının ve yeni kapitalist sınıfın tekelindeki siyaset alanında söz sahibi olmak üzere milyonları seferber etmişti. Genel oy hakkının tanınması, temsilcilerin maaş alması, her yıl seçim gibi geniş bir demokratik talepler listesi ile devasa bir hareketi yaratan İngiltere işçi sınıfı milyonlarca imza, sayısız eylem, ayaklanma ve grev dolu yıllara damgasını vurdu. 1842 yılında zirveye ulaşan hareket, kendi içerisinden sistemde kırılma yaratabilecek bir öncülük çıkaramadığı ölçüde baskı ile geriletildi. Çartist hareketin gerilemesi, bu taleplerin buharlaşıp uçması anlamına gelmiyordu. Süfrajet kadınlar, özellikle de orta sınıf kadınların radikalizmi etrafında kümelenen geniş bir işçi kadın kitlesini başka bir hayata kavuşma özleminin bir dışa vurumu olarak toplamıştı.

Süfrajet hareket, en basit haliyle kadınların toplumda yasal olarak ikinci plana itilen konumuna karşı gelişen bir itirazdı. Hareketin talepleri burjuva kadınların hayatıyla sınırlı kalmasına rağmen hiçbir hakka sahip olmamaya ve tamamen erkeğin bir malı gibi görülme anlamına gelen bu toplumsal düzenden nefret eden işçi kadınlar akın akın harekete dahil oluyordu. Kadınlar çamaşırhanelerde, fabrikalarda, temizlikçi olarak çalıştıkları evlerde örgütlendiler, eylemler düzenlediler, gözaltına alındılar. Harekete kendi talep ve renklerini katıyor ve böylelikle yoksul kadınların radikal biçimde harekete katılmasını sağlıyorlardı. İşçi kadının cehennemden farksız hayatı; işyerlerinde tecavüze maruz kalan, analık hakları elinden alınmış, eğitimden mahrum bırakılan, neredeyse bedavaya çalıştırılan, örgütlenme hakkı olmayan, soğuk ve hastalık nedeniyle çocuklarını kaybeden, çocuk sahibi olmama hakkı verilmeyen, ev işlerinin altında ezilen yoksul kadınların çığlığı az sayıda burjuva kadının önüne geçme tehlikesi içeriyordu. Kadınlar öfkeli ve radikaldi. İdeolojik önderlik yapabilme ve bağımsız yaşam kurabilme kapasitesi ile orta sınıf kadınlar da bu radikalizmin örgütçü unsurlarındandı. 

Filmde de oldukça dramatik bir şekilde işlendiğini gördüğümüz; Pankhurst’ün örgütü WSPU’nun üyesi, orta sınıf bir aileden gelme Emily Wilding Davison, 1913’teki kraliyet koşusunda kralın atının önüne kendini atarak bir intihar eylemi gerçekleştirdi. Yüzlerce kadın açlık grevi yaptı. Filmde Maud Watts’ın başından geçen olayların her birini ve hepsini yüzlerce kadın yaşadı. Nitekim kadınlar, toplumsal olarak büyük yankı uyandıran bu eylemleri sınıfsal ve ideolojik olarak kendilerini temsil etmeyen bir önderliğin öncülüğünde gerçekleştirdiler. WSPU, taleplerini mevcut yasanın kadınlar için de uygulanmasıyla sınırlıyordu, işçi kadınların muazzam enerjisini dizginlemek ve neticede kendi hizmetçileri olarak gördükleri bu kadınların “fazla ileriye gitmemesini” garantilemek üzere örgüt içinde güçlü bir otoriter liderlik çıkardı. Emmeline Pankhurst, hareketin sistem içi ve üst sınıfların etkisinden çıkmaması için özel çaba sarf ediyordu. Bu sebeple tarihin gidişatında önemli etkileri olsa bile, hareket tüm kadınların yararına sonuçlanmadı. Bu anlamda Süfrajet Hareket, burjuva kadınların burjuva erkeklere karşı gerçekleştirdiği bir ikinci siyasal devrimdi. Ancak dayandıkları güç kendi öz güçleri değildi. Kitlelerin eylemci gücü sayesinde “Kadınlar için Oy” diyerek gerçekleştirilen eylemler sayesinde toplumda yarılma yaratılıyordu. 

Filmde, Emmeline Pankhurst’ü gördüğümüz yegane sahnede, konuşma yapacağı binanın balkonuna adeta Aristokrat bir kadın olarak karşımıza çıkar. Aldığı iyi eğitimle pekiştirdiği zekasını kanıtlayan, oldukça etkileyici bir konuşma yapar ve kadınlara bulundukları her yerden şiddet eylemlerinde bulunmalarını salık verir. Miting, atlı polisler tarafından basıldığında ise konuşmasını bitirir ve kadınlar gözaltına alınırken, arka kapıdan çıkıp gider. Kendilerini özne olarak kabul etmemizi isteyen burjuva kadınların tarihsel olarak en iyi yaptıkları şey, işçi sınıfı bedel öderken arka kapıdan çıkıp gitmektir. 

Filmin özellikle ikinci yarısında harekete ve önderliğe tutkuyla bağlı Violet ve Etyll gibi karakterlerin dahi Pankhurst’un otoritesini ve kararlarını sorguladığı çeşitli sahneler görüyoruz. Bu tartışmalar, 1913 ve devam eden dönemde şiddetlenecek, büyük kopuş ve ihanetlere evrilecekti.

I. Dünya Savaşı başladığında Emmeline Pankhurst İngiliz Kralına ve hükümete bağlılık yeminini tazeleyerek oy hakkı mücadelesinin savaştan ve devletlerinden daha önemli olmadığını duyurarak örgütü feshetti, bütün süfrajetlere hem savaşa destek vermelerini hem de İngiltere’nin bekası için mermi üretimi gibi cephe gerisindeki işlerde çalışmalarını salık vererek kadınları şovenist emperyalist kampanyaya çağırdı. Britanya emperyalizminin acımasız paylaşım savaşı olan dünya savaşının savaşın patlak verdiği 1914’te WSPU ülkedeki en milliyetçi örgüttü. Süfrajet olan ismini adı Britannia olarak değiştirdi. Yeni sloganları ise “Kral, Vatan, Özgürlük İçin!” idi. 

Yine WSPU’nun önder kadrolarından ve dahi Emmeline Pankurst’un kızı olan Sylvia Pankhurst başka bir yol seçti. ABD’de geçirdiği zaman boyunca sınıf mücadelesinin ilk elden tanığı olmuş, tarihin ve kitlelerin nasıl değişebileceği konusunda fikirleri gelişmişti ve işçi kadınların etkisi ile sosyalist fikirlerden etkilenmişti. ABD’deki mücadele geleneği daha farklıydı. Tarihsel olarak İngiliz zenginlerine yönelik öfke, Afro-Amerikan mücadelesi, İngiltere başta olmak üzere birçok hükümetin “anarşist”lerinin ABD’ye gönderilmesi, hızlı kapitalist gelişme gibi bir çok farklı olgunun sonucunda ABD’deki İşçi Hareketi, Afro-Amerikan Hareketi, Kadın Hareketi hep daha iç içe ve geçirgen oldu. Bu hareketlerin ortak mitingleri, dergileri, sözcüleri vardı ve önderlik İngiltere’den farklı olarak işçi sınıfı ile çok daha yakın bir sınıfsal karaktere sahipti. 1836’da Lowell Mill işçisi binlerce kadın ücret ve koşul iyileştirmesi talebiyle greve çıkıyor, 1848’te “Seneca Falls Convention” başlığıyla dünyanın ilk kadın hakları mitingi düzenleniyor, erkekler de bu mitingi destekliyor aynı zamanda da köleliğe karşı birlikte hareket ediyorlardı.

Sylvia Pankhurst, ABD’de kazandığı deneyimler sonucunda hükümetle barış sağlayan, savaş çığırtkanlığı yapan, 1917’de Ekim Devrimi olduğunda kitlelerin iktidarı almasına tiksinti ile bakan annesi ile yollarını ayırmış ve sosyalist mücadelenin bir parçası olmuştu. Ekim Devrimi’ni büyük sevinçle karşıladı, Lenin ile parti teorisi üzerine polemikler yapan, sol komünist bir karakter olarak karşımıza çıkacaktı.

Ekim Devrimi

Ekim Devrimi’nden bir işçi sınıfı iktidarı olduğu kadar “Ezilenlerin Şöleni” olarak da bahsediyoruz. Bu, yalnızca öylesine bir övgü değil, hayatın gerçekliğiydi. Devrimi kadın, erkek, homoseksüel; veya Hristiyan, Müslüman, Musevi; veya Rus, Yahudi, Tatar işçiler birlikte yapmıştı. Devrim, burjuvalar ve aristokratlar dışında herkesin devrimiydi. Ekim Devrimi ile Genel Oy Hakkı kabul edildi. Kapitalist üretim için işçi kadınların mahkum edildiği kölece işler, işçi sınıfının üretim araçlarına el koymasıyla sona erdi. Yemek yapma, çamaşır yıkama ve çocuk bakımı gibi işler toplumsal hale getirildi. Bolşevik kadın lider Aleksandra Kollontay’ın aktardığı verilere göre, 1919-1920 yıllarında Petrograd’daki nüfusun %90’ı, Moskova nüfusunun ise %60’ı yemekhanelerden faydalanıyordu. Bu devrimci reformlar, kadınların ev içi rollerden sıyrılarak toplumsal yaşama daha aktif bir şekilde katılmalarını sağladı. Tarihte ilk kez evlilik ve mutfak ayrıldı. Ancak bu dönüşüm yalnızca yasa değişikliklerine değil, Sovyetler aracılığıyla burjuva devletin ve kapitalist toplumun yıkılmasına, işçi sınıfının iktidarı ele geçirmesine dayandı. Yani siyasal hakların işçi sınıfının kadını ve erkeği ile tümüyle ele geçirildiği bir işçi iktidarı kurulmuştu. Kadın sovyetleri aracılığıyla kadınların son derece geri bırakılmış olan toplumsal konumlarının ilerletilmesi için devrimci kadınlar işçi iktidarı altında acil tedbirleri uygulamaya koyuyordu. 

Toplumsal kaynaklar mutfağın, bakım emeğinin, ev içi işlerin toplumsallaştırılması ve kadının özgürleşmesi için gereken ilk devasa adımları atıyordu. Bu, işçi iktidarı dışında hiçbir iktidar altında gerçekleşmesi mümkün olmayan bir atılımdı. 

Devrimin politikaları  bugün hala “ileri demokratik” olarak tariflenen ülkelerin varamadığı bir zirveyi temsil etmektedir: Gayrimeşru çocuk ayrımı ortadan kaldırıldı, eşcinsellik özgürleştirildi, evlilik ve boşanma süreçleri yalnızca tarafların isteğine bağlandı. Çocuklar artık ailelerin değil, toplumun ortak sorumluluğu haline geldi. 1920’de kürtaj hakkı yasalaştı ve ücretsiz bir hizmet oldu.

Kadınların çalışma hayatına dair düzenlemeler yapılırken “eşit işe eşit ücret” ilkesi yasalaştırıldı. Yeni toplum düzeninde aile, maddi zorunluluklar veya baskılarla değil, gönüllü birliktelik esasına göre şekillendi. Bizler, bugün hala Kürtaj Yasası’nı korumak zorundayken; Kollontay cinsel özgürlük ve toplum temelli çalışmalar yapıyordu.

Filmde, bu yeni dünyanın özgür kadınlarının arzusu ile İngiltere’de mücadele veren çamaşırcı Watts’a Parlamento’da oy hakkını neden savunduğu sordukları o etkileyici sahnenin diyaloğu şöyleydi:

David Lloyd George : Oy sizin için ne anlama geliyor, Bayan Watts?

Maud Watts : Oy kullanabileceğimizi hiç düşünmemiştim. Bu yüzden bunun ne anlama geleceğini hiç düşünmedim.

David Lloyd George : Peki, neden buradasınız?

Maud Watts : Düşündüm ki – yapabiliriz. Bu hayat – bu hayatı yaşamanın başka bir yolu  olmalı.” 

Ekim Devrimi, bu hayatı yaşamanın başka bir yolu olduğunu kanıtlamıştı.

Sahnenin Arkası

Süfrajetleri anlatırken Ekim Devrimi’ni ve devrimci kadınları da anlatmalıyız çünkü bu iki tarih, birbiriyle birlikte gelişti ve nispeten eş anlı olarak yaşandı. Dönemin İngiltere’sine ve Süfrajet Hareket’e baktığımızda hareketin talepleri yalnızca küçük bir azınlığı kapsıyor, buna rağmen yüz binlerce kadını sokağa döküyordu. Bu yıllarda İngiltere’de mülkü olmayan veya vergi veremeyen erkeklerin de oy hakkı yoktu. Yani burjuva kadınlar, kendi sınıflarından erkeklere karşı bir mücadele yürütüyorlardı. Bugün Patriarka veya kızkardeşlik gibi kavramların kökenine indiğimizde;, bu kavramların, söz konusu denklemlerin içinden çıktığını görebiliyoruz. Filmin en başarısız olduğu noktalardan biri de bu, sanki bütün erkekler oy kullanabiliyor ve mücadele bütün kadınlar için veriliyor izlenimini alıyoruz; ikisi de doğru değil.

Kadın işçi hareketinin lideri Clara Zetkin’in yaygın bilinenin aksine feminizmle hiçbir zaman yakınlığı olmadı. Tüm enerjisini işçi kadınların burjuva kadın liderliğin çekimine karşı devrimci işçi hareketi içinde tüm egemen sınıfa karşı güçlendirmeye adadı.

“işçi kadının kurtuluş mücadelesi -tıpkı burjuva kadınınki gibi- kendi sınıfının erkeğine karşı bir mücadele olamaz… Onun mücadelesinin amacına ulaşması erkeğe karşı özgür rekabet olanağı elde etmesi değil, işçi sınıfının politik iktidara ulaşması anlamına gelir. İşçi kadın, kendi sınıfının erkekleriyle el ele kapitalist topluma karşı savaşır.”

İlk kadın sendikalarını ve siyasal örgütlenmelerini kurmak konusunda Almanya sınıf mücadelesi tarihinin köşe taşlarından olan işlere imza attı. Kadınların erkeklerle aynı sendikalarda örgütlenmesinin yasak olduğu, hatta mitinglerde konuşmacı bile olamadığı bu dönemde hem işçi sınıfının birliğini sağlamak hem de kadınları bu mücadele okulunda ilerletmek için engelleri aşan yöntemler geliştirdiler.

Zetkin, sosyalist kadınların burjuva feministler gibi oy hakkı ile yetinmemelerini, eşit işe eşit ücret, ücretli hamilelik izni ve kadınların eğitimi için mücadele etmesi gerektiğini söyledi. Bunlar için işçi kadına kendi göbeğini kendi kesmeyi öğrenmesi gerekiyordu. 

Sosyalist kadın hareketinin liderleri, burjuva kadınların liderliğinde bile olsa kadınların oy hakkını mücadelesine hiçbir zaman tepeden bakmadı ancak işçi kadınları düzen sınırları içinde tutmak konusunda sabıkası kabarık olan ve işçi kadınların siyasal hakları pek de umrunda olmayan burjuva liderlikleri konusunda sıkı şekilde uyarıyor ve el yükseltiyordu: Herkes için genel oy hakkı!

1907’de gerçekleştirilen Sosyalist Kadın Konferansı’nda Kadınların Oy Hakkı Mücadelesi’ne dair keskin bir incelikle şunları söylüyordu:

Kadınların oy hakkı, kitlelerin anlayışsızlığına olduğu kadar mülkiyet sahibi sınıfların politik egemenliğine gedik açan düşünsel dinamit türlerindendir… Genel oy hakkı mücadelesi içerisinde ise kadın yoldaşlara çifte görev düşmektedir. Proleter kadın kitlelerini bu mücadele için bir araya getirmek ve eğitmek onlara düşer; diğeri kadınlara oy hakkı talebinin genel olarak etkin bir şekilde savunulmasında etkin olmaktır… Yorulmak bilmez enerjik bir çalışmanın bu zaferin [oy hakkının kazanılmasının] ön koşulu olduğu gerçeğini unutmamak elzemdir:

Yüz binlerce kafanın kökten değiştirilmesi! Kafaların kökten değiştirilmesi yalnızca kadınların oy hakkı lehine değildir; aksine, tüm sosyalist kavrayışın lehinedir. Kadınların oy hakkı mücadelesine de Komünist Manifesto’nun şu cümlesinin ışığında bakmaktayız: ‘Proleter mücadelelerinin asıl sonucu, dolaysız başarı değil, işçilerin sürekli olarak genişleyen birleşmesidir.’ Çünkü bizler, kadınlara oy hakkı mücadelesini yalnızca cinsiyetler arasındaki bir mücadele olarak değil; aksine, sömürücüler ile sömürülenler arasındaki sınıf mücadelesi olarak yürütüyoruz. Bizler, burjuva kadınlarla birlikte, sınıf ayrımı gözetmeksizin erkeğin egemen konumuna karşı mücadele yürütmüyoruz, tersine bizler, cinsiyet ayrımı gözetmeksizin tüm sömürülenler ve haklardan mahrum olanlarla birlikte, cinsiyet ayrımı gözetmeksizin tüm sömürenlere ve egemenlere karşı mücadele yürütüyoruz.”

Almanya’da büyük oy alan SPD içindeki reformcu kanada karşı sınıf mücadelesini savunan sol kanadın lideri olan Rosa Lüksemburg ile birlikte Clara Zetkin, devlet içinde devlet olmuş bu hantal yapıyla da mücadele diyordu. SPD liderliği kadınların “geri” olmasından yakınarak kendilerine değil muhafazakarlara oy vereceğini oysa sosyal demokratların iktidarı altında kadınların daha fazla hak sahibi olacağını söylüyor ve kadınların siyasal haklarına açıktan karşı çıkıyordu. Rosa bu aymazlık karşısında netti: Bırakalım işçi kadınlar tarihin bu öğretici tecrübelerinden geçsinler. Kadınların oy vermesinden korkmak yerine onları kazanmaya bakalım!

Sosyalist kadınlar 1907 gibi bir tarihte genel oy hakkını tartışır ve talep ederlerken elbette yıllar sonra bile tüm kadınlar için oy hakkı talep edemeyen bir önderlik Maud Watts gibi işçi kadınlara hak ettiğini veremeyecekti. 

1917 Ekim Devrimi, hem Rusya hem de dünyanın geri kalanı için tarihin hızlanması anlamına geliyordu. Ekim Devrimi’nin yankıları tüm Avrupa’da, Amerika’da ve Asya’da hissedildi. İngiltere’de 1918’de genel oy hakkının tanınmasına neden oldu. Çartist hareketin çocukları, proleter devrimin gücü ile siyasal hakları tanımak zorunda kalan bir dönemdeydi artık. Kadınların gerici dünyanın tozunu attıran devrimci ruhu, sosyalist kadın hareketinin sınıf mücadelesinin içinde kadınları ilerletme görevinin ne kadar belirleyici sonuçlar doğurabileceğinin kanıtı oldu. O tarihten bu yana tüm emekçi sınıflar ve ezilenler artık bir milat sahibi. 

“Ve akıl ona dedi ki, “Sessizlik. Ne duyuyorsun?” Ve o dedi ki, “Ayak sesleri duyuyorum. Binlerce kez, on binlerce, binlerce, binlerce ve bu şekilde çarpıyorlar.” Onlar seni takip edecek olanların ayaklarıdır. Önderlik et.” – Maud

Ayak Sesleri

Mücadelemiz ve haklarımız, mücadele eden kitlelerle mümkün oldu. Oy hakkımızı bize hiç kimse bahşetmedi, biz kendimiz aldık. Kürtaj hakkımızı, genel oy hakkını, çalışma özgürlüğümüzü aldığımız gibi.

Şimdi ise bizleri yeniden dört duvara hapsetmeye çalışan; çalışma hayatında olmamızdan, eşit işe eşit ücret istememizden, iş yerlerine kreş istememizden rahatsız olan iktidarlar var ve aynı iktidarlar her gün kadına şiddeti körükleyerek, cezalandırmayarak teşvik ediyor.

Ya biat edecek, ses çıkarmayacak, yüzümüzü başka bir tarafa çevirip bize yazdıkları kadere razı olacağız, ya da mücadele tarihinden öğrenerek, bu yenilgi ve zaferlerle örülmüş mirasın omuzlarında yükselecek ve yeni bir hayatı kazanacağız.

İlginizi Çekebilir

Bize Ulaşın

+90 552 313 84 72

[email protected]

Eşitlik | Kadınlar için Eşitlik, Eşitlik için Sosyalizm!